31 Ekim 2009 Cumartesi

How many of these books have you read?

Each time I read a good blog, I burn with desire to return here and create some wonders. Never happened, and I have my doubts if it ever will. However reading Sigrid's blog telling stories, I just had to do this as well. This list as it is explained was published by BBC and it seems most british have read six of the 100 books listed below. I've got to see how many I have.

Feel tagged if you want:
1) Mark the books you have read with bold
2) Underline the books you want to read (since ctrl - u is not working in my blog for unknown reasons, I'm rather changing the colour of the books in question)
3) Put the books you love in italics

1 Pride and Prejudice - Jane Austen
2 The Lord of the Rings - JRR Tolkien
3 Jane Eyre - Charlotte Bronte
4 Harry Potter series - JK Rowling
5 To Kill a Mockingbird - Harper Lee
6 The Bible
7 Wuthering Heights - Emily Bronte
8 Nineteen Eighty Four - George Orwell
9 His Dark Materials - Philip Pullman
10 Great Expectations - Charles Dickens
11 Little Women - Louisa M Alcott
12 Tess of the D'Urbervilles - Thomas Hardy
13 Catch 22 - Joseph Heller
14 Complete Works of Shakespeare - Have read part of his ouvre,
15 Rebecca - Daphne Du Maurier
16 The Hobbit - JRR Tolkien
17 Birdsong - Sebastian Faulks
18 Catcher in the Rye - JD Salinger
19 The Time Traveller's Wife - Audrey Niffenegger
20 Middlemarch - George Eliot
21 Gone With The Wind - Margaret Mitchell
22 The Great Gatsby - F Scott Fitzgerald
23 Bleak House - Charles Dickens
24 War and Peace - Leo Tolstoy
25 The Hitch Hiker's Guide to the Galaxy - Douglas Adams
26 Brideshead Revisited - Evelyn Waugh
27 Crime and Punishment - Fyodor Dostoyevsky
28 Grapes of Wrath - John Steinbeck
29 Alice in Wonderland - Lewis Carroll
30 The Wind in the Willows - Kenneth Grahame
31 Anna Karenina - Leo Tolstoy
32 David Copperfield - Charles Dickens
33 Chronicles of Narnia - CS Lewis
34 Emma - Jane Austen
35 Persuasion - Jane Austen
36 The Lion, The Witch and The Wardrobe - CS Lewis
37 The Kite Runner - Khaled Hosseini
38 Captain Corelli's Mandolin - Louis De Bernieres
39 Memoirs of a Geisha - Arthur Golden
40 Winnie the Pooh - AA Milne
41 Animal Farm - George Orwell
42 The Da Vinci Code - Dan Brown
43 One Hundred Years of Solitude - Gabriel Garcia Marquez
44 A Prayer for Owen Meaney - John Irving
45 The Woman in White - Wilkie Collins
46 Anne of Green Gables - LM Montgomery
47 Far From The Madding Crowd - Thomas Hardy
48 The Handmaid's Tale - Margaret Atwood
49 Lord of the Flies - William Golding
50 Atonement - Ian McEwan
51 Life of Pi - Yann Martel
52 Dune - Frank Herbert
53 Cold Comfort Farm - Stella Gibbons
54 Sense and Sensibility - Jane Austen
55 A Suitable Boy - Vikram Seth
56 The Shadow of the Wind - Carlos Ruiz Zafon
57 A Tale Of Two Cities - Charles Dickens
58 Brave New World - Aldous Huxley
59 The Curious Incident of the Dog in the Night-time - Mark Haddon
60 Love In The Time Of Cholera - Gabriel Garcia Marquez
61 Of Mice and Men - John Steinbeck
62 Lolita - Vladimir Nabokov
63 The Secret History - Donna Tartt
64 The Lovely Bones - Alice Sebold
65 Count of Monte Cristo - Alexandre Dumas
66 On The Road - Jack Kerouac
67 Jude the Obscure - Thomas Hardy
68 Bridget Jones's Diary - Helen Fielding
69 Midnight's Children - Salman Rushdie
70 Moby Dick - Herman Melville
71 Oliver Twist - Charles Dickens
72 Dracula - Bram Stoker
73 The Secret Garden - Frances Hodgson Burnett
74 Notes From A Small Island - Bill Bryson
75 Ulysses - James Joyce
76 The Bell Jar - Sylvia Plath
77 Swallows and Amazons - Arthur Ransome
78 Germinal - Emile Zola
79 Vanity Fair - William Makepeace Thackeray
80 Possession - AS Byatt
81 A Christmas Carol - Charles Dickens
82 Cloud Atlas - David Mitchell
83 The Color Purple - Alice Walker
84 The Remains of the Day - Kazuo Ishiguro
85 Madame Bovary - Gustave Flaubert
86 A Fine Balance - Rohinton Mistry
87 Charlotte's Web - EB White
88 The Five People You Meet In Heaven - Mitch Alborn
89 Adventures of Sherlock Holmes - Sir Arthur Conan Doyle
90 The Faraway Tree Collection - Enid Blyton
91 Heart of Darkness - Joseph Conrad
92 The Little Prince - Antoine De Saint-Exupery
93 The Wasp Factory - Iain Banks
94 Watership Down - Richard Adams
95 A Confederacy of Dunces - John Kennedy Toole
96 A Town Like Alice - Nevil Shute
97 The Three Musketeers - Alexandre Dumas
98 Hamlet - William Shakespeare
99 Charlie and the Chocolate Factory - Roald Dahl
100 Les Miserables - Victor Hugo

I think I've read around 40 books from this list, however I'm a bit disappointed that the list forgot to mention Isaac Asimov, Virginia Woolf or Ursula LeGuin for that matter. I loved Mrs. Dalloway. Not many books have given me the pure pleasure experience in reading as Asimov's The Foundation series have done and I was devastated when I was done reading LeGuin's The Earthsea Quartet.

12 Ekim 2008 Pazar

Fear Death by Water


Madame Sosostris, famous clairvoyante,
Had a bad cold, nevertheless
Is known to be the wisest woman in Europe,
With a wicked pack of cards. Here, said she,
Is your card, the drowned Phoenician Sailor,
(Those are pearls that were his eyes. Look!)
Here is Belladonna, The Lady of the Rocks, The lady of situations.
Here is the man with three staves, and here the Wheel,
And here is the one-eyed merchant, and this card,
Which is blank, is something he carries on his back,
Which I am forbidden to see. I do not find
The Hanged Man. Fear death by water.
I see crowds of people, walking round in a ring.
Thank you. If you see dear Mrs. Equitone,
Tell her I bring the horoscope myself:
One must be so careful these days.


Extract from The Waste Land (ln 43-59) by T.S. Eliot(1922)

10 Ekim 2008 Cuma

Kılavuz Karga 2


Hani şu Paris’e gidip te gezemediğim, Champs Ellysee’de geceleyip te kaldırımına adım atamadığım, sahil kenarında şirin bir balıkçı kasabasına gideceğim deyip te kendimi fabrika bacaları arasında kaybettiğim olağanüstü Fransa gezimin son dönemecini anlatmaya şevkim yetmemişti. İşte şimdi de o saatler boyu az gidip uz gidip, dere tepe düz gidip, bir türlü Maastricht’e ulaşamadığımız yol öyküsünde sıra.

Sevgisiz Le Havre’dan çıkıp en nihayet kendimizi bir takım pastoral alanlarda bulduğumuz anda “aman biz dönelim artık” dedik. Pastoral gezilerine tatlı tatlı devam edip, sonrasında da Brugge’da akşam yemeği yemeği planlayan ağustos böcekleriyle vedalaşıp düştük yollara. Eline haritayı geçirip bilmiş bilmiş ön koltuğa yerleşen de bendim. İşimi çok ciddiye almış, haritayı itinayla incelemiş ve Maastricht’e en kestirme parkuru belirlemiştim. İçim rahattı. Yapmış olduğum dahiyane hesaplamalar neticesinde Lille’e gitmemiz, orada da Tournai denilen yerleşim birimine ulaşmamız gerekiyordu.

Peşinen söyleyeyim, Tournai diye bir yer yok. Haritada falan bulup ta kimse bana göstermeye, ispatlamaya çalışmasın. Puslu bir Pazar akşamüstüsü Lille’e vardık. Lille güzel bir kent. Yakışıklı ve çaplı delikanlıları var, en azından öyle hayal etmek istiyorum. Ancak Pazar akşamı olması ve sağanak yağmur nedeniyle bu gençlerden etrafta çok kalmamıştı. Lille’de dönüp dolanmak başlangıçta hepimize eğlenceli gelmişti ancak aradan iki saat geçtiği halde hala bir takım tuhaf sokakların arasında kendimize bir yol bulmaya debelenirken, “ee yettin ama Lille, adında hayır yok zaten senin” kıvamına gelmiştik hepimiz. Tournai midir, ne cehennem yerse, oradan zaten ümidimizi kesmiştik, Allah rızası için bir hayırsever bulsak ta otobana çıkabilseydik tekrar. Artık Fransa’nın göbeğinde adam çevirip “kardeş Brüksel’e nasıl gideriz?” demeye başlamıştık. Kimse bilmiyordu Brüksel’e nasıl gidileceğini. Nihayet biri bize acıdı da otobanın yerini söyledi. Eğer Lille’den Brüksel’e nasıl gidileceğini öğrenmek istiyorsan, seni Gent denilen bir yere gönderiyorlar önce. Gent'e gelmişken onbeş dakika daha sabretsen zaten Brugge'desin. Üç saat önce vedalaştığımız grupla bir kavşakta yeniden burun buruna gelecektik neredeyse. Doğuya gitmemiz gerekirken saçma bir üçgen çizerek önce kuzeye Gent’e, sonra yeniden güneye Brüksel’e inecektik. Ama bunları düşünecek durumda değildik.

Biz Brüksel’e vardık diye seviniyorduk ki, otoban ne olduğunu anlamadan bizi şehrin göbeğine atıverdi. Ne diye şehre giriyorsun diye şöföre çıkışırken, birimiz hala otobanda olabileceğimizi ileri sürmüştü ki kocaman bir katedral belirdi yolun sonunda. Bu vesileyle otobanda olamayacağımız anladık. Şehrin içine girmemiz iyi olmuş tabi ki, böylece Brüksel’in tünellerini yakından tahlil etme fırsatı yakaladık. Zaten aynı tünellerden geçtiğimizi üçüncü seferde farketmişiz, farkeder farketmez de bu gerçeği kimselere anlatmayacağımıza yemin ettik. Lanetli tünellerden de kurtulup en nihayet Liege yoluna girdik. Biz tam “aman ne güzel Liege’e vardık mı, tamamdır bu iş” diye sevinirken, tabelalarda Liege yerine Luik yazmaya başladı. Uzun süre Liege ile Luik’in aynı yer olup olmadığına karar veremedik. 90 kilometrelik yolun sonunda Luik’in Liege olmadığını öğrenme korkusu sarmıştı içimizi. Neyse Luik’e 40 kilometre kala Luik kayboldu, Liege belirdi tabelalarda. Yani düşünün Luik’e gitmesi gerektiğini ve doğru yolda olduğunu düşünen biri aniden 50. Kilometrede Luik’i kaybediyor.

Liege engelini de aştığımızda artık önümüzde sadece Maastricht’e ulaşmak kalıyordu. Nitekim 11 kilometre kaldığını okuyunca neredeyse arabayı sağa çekip toprağı falan öpecektik. Ders çalışalım diye 4’te yola çıkmış, 10’da Maastricht il sınırları içine girmiştik. Meğer erken sevinmişiz. Meğer biz ciddi bir şekilde yol bulma özürlüymüşüz. Meğer benim elime kimseciklerin harita falan vermemesi gerekiyormuş. Maastricht’in içine ulaştığımızda saat 11:30 olmuştu. Bu salak kente olabilecek her noktadan girip, her noktadan da çıktık bir buçuk saat boyunca. Aachen, Eindhoven, hatta gerisin geriye Liege yoluna bile saptık ama bir türlü Maastricht’in içine varamadık. O kadar engeller aşıp kente ulaşmışız ama evlerimize gidemiyoruz bir türlü. Yazıklar olsun.

Jean Luc gerçekten de restorandaydı bu arada. Oturmuş arkadaşlarıyla yemeğini yiyordu. Ama biz girdikten on dakika sonra kalkıp gittiler. Muhtemelen bir pub’ta iki tek atıp, akşam vardiyasının yorgunluğunu üzerinden atacaktı.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Angelina Jolie'nin Kolları


Hepimizde bir Angelina Jolie’ye bakmalara doyamamak almış başını gidiyor. Kimimiz o incecik ama ipincecik ayak bileklerini elimize terlik geçirip pataklamak istiyoruz. Son doğumdan sonra azıcık kalınlaşan belinin iki aya kalmaz eski haline dönmesini bilmekten son derece rahatsızız. Sonra içimizden biri ellerinin pek kemikli olduğuna dikkati çekiyor. Bir diğerimiz altta kalmayıp damarlı kollarından bahsediyor. Damarlı kolları görüp derin bir nefes alıyoruz.

6 Ekim 2008 Pazartesi

I touch no one and no one touches me




And a rock feels no pain
And an island never cries


I AM A ROCK
by Simon and Garfunkel



A winters day
In a deep and dark december;
I am alone,
Gazing from my window to the streets below
On a freshly fallen silent shroud of snow.
I am a rock,
I am an island.
Ive built walls,
A fortress deep and mighty,
That none may penetrate.
I have no need of friendship; friendship causes pain.
Its laughter and its loving I disdain.
I am a rock,
I am an island.

Dont talk of love,
But Ive heard the words before;
Its sleeping in my memory.
I wont disturb the slumber of feelings that have died.
If I never loved I never would have cried.
I am a rock,
I am an island.

I have my books
And my poetry to protect me;
I am shielded in my armor,
Hiding in my room, safe within my womb.
I touch no one and no one touches me.
I am a rock,
I am an island.

And a rock feels no pain;
And an island never cries.

(1966)

3 Ekim 2008 Cuma

Kılavuzu karga olan ne yapsın?



Seneler önce Maastricht’te öğrenci iken bir cuma ansızın iki araba doluşup, Belçika’ya gezmeye gitmeye karar vermiştik. Kararı almamızla arabaları kiralamamız bir olmuştu neredeyse. Bir heyecan bir heyecan. Belçika iyiydi hoştu ama karşımıza çıkacak olan alternatifle başedebilmesi elbette mümkün olamazdı. Orada burada dolanıp, muhtelif nehirlerle avunurken beklenmeyen oldu. Karşımıza bir tabela çıktı. Paris 250 km. Nasıl yani? 250 kilometre sabredersek kendimizi Paris’te mi bulacağız. Ben örneğin hiç Paris’i görmemişim. Paris ile aramdaki tek engelin de 250 kilometre olması, altımızdaki araba ile hiç te aşılamayacak bir şey değildi doğrusu. Meğer diğerleri de benimle hemfikirmiş. Bir de bakmışız biz dökülmüşüz Paris yoluna. Uça sevine o kilometreler nasıl geçti birer birer anımsamıyorum. Tek anımsadığım çok ama çok soğuk bir Şubat ayı olduğu idi.

Paris’e vakitlice geldik gelmesine de Kırmızı Değirmen lanetinden kendimizi koruyamadık. Ya biz beyinsizdik, ya da Paris’te bütün yollar Kırmızı Değirmen’e çıkıyordu. Sola dönüyorduk, sağa dönüyorduk, yeni bir yol deniyorduk, ama bir süre sonra bir de bakmışız biz yine Kırmızı Değirmen’in önüne çıkıvermişiz. Eyfel kulesini görebilene aşkolsun. Ama gördük. Neyse ki. Saat galiba geceyarısına yaklaşıyordu. Hemen titiz bir görev bilinciyle Eyfel kulesini fon alan fotoğraflarımızı çektirdik. Artık gönül rahatlığı ile uyuyabilirdik. Gözümüze ışıklı ve nispeten işlek bir cadde kestirip, kaldırım kenarına park edip, dört kişi arabanın içinde kıvrıldık. Ertesi sabah uyandığımızda gözümüze kestirdiğimiz caddenin Champs Ellysee olduğunu öğrendim. Champs Ellysee ile münasebetim de işte bundan ibarettir.

Paris şöyleydi, Paris böyleydi diyebilmek isterdim, ancak bir takım yanlış anlamalar neticesinde bütün günümüz rezil olmuş, her birimiz ayrı ayrı şubat ayazı yemiş, öfkeden kudurmuş, sinirleri gerdirmiş halde bir kafenin içinde tıkılı kaldığımızdan bu mümkün olamıyor. Yeni bir başlangıç yapmak adına kuzeybatıdaki Le Havre adlı güzide bir liman kentine gitmeye karar verdik. İşte sonunda hayallerim gerçek olacak, oraya vardığımda balıkçı Jean Luc ile tanışacak ve hakikaten de herşeye yeniden başlayacaktım. Le Havre’a gidene dek fantazilerimi arabadakilerle paylaştım. Ancak şehre vardığımızda bana sordukları tek soru vardı: Jean Luc’un fabrika işçisi olma ihtimali. Ortalık her yerden mantar gibi biten, içinden dolu dolu siyah duman öksüren bacalar ile bu bacaları çevreleyen gri ve monoton dikdörtgen lojman bloklarından geçilmiyordu. Belli ki sahildeki yüzlerce şirin beldenin arasından tek sanayi bölgesini seçme zekasını göstermişiz. Çaresiz deniz kenarında bir lokanta bulup karnımızı doyurup, sevgisiz bir otele yerleştik.

Ertesi sabah Boulogne diye bir yere gittik. İşte o noktada dört prensip sahibi öğrenci olarak vakitlice yerimize yurdumuza dönüp ertesi gün başlayacak yeni haftaya hazırlık yapmak üzere gezintilerini sürdürecek arkadaşlarımızdan ayrıldık. Diğer grup ise kendilerine bir sonraki hedef olarak Brugge’u seçmişti. Bu sefer yanılma payı yoktu, Brugge heryerde övüle övüle bitirilemeyen bir kent idi, onlar da akşam yemeğini orada yemeği arzu ediyorlardı. Ne güzel.

En nihayet dört kişi Maastricht’e döndüğümüzde açtık, sefildik, gergin ve çok yorgunduk. Saat geceyarısını geçmiş, diğer ekip çoktan gezilerinden dönmüş sıcacık yataklarına kurulup, derin uykularına dalmıştı bile. Evet haritadan sorumlu kılavuz karga bendim. Eve dönüş hikayesini de bir başka zaman anlatırım.

29 Eylül 2008 Pazartesi

Elma seni yüzüm görmesin, Karpuz semtime uğramasın


Anlatmayı pek severim ben. Şahane öykü anlatırım. Bazen uydururum, çoğu zaman duyduklarımı ballandıra ballandıra, bire on katarak, elimi kolumu sallayarak, alnımı çılgınca kırıştırıp, yüzümü şekilden şekile sokarak anlatırım. Ama becerip te yazamam. Tembelim ben. Hayatım boyunca aksini istedim. Ben de isterim bazı tutkularım, prensiplerim olsun. Ama tek prensibim elma yememek, evime de karpuz sokmamak olmuştur benim. Kim taşıyacak o koskocaman karpuzu da harala gürele oturup kesecek, dilimleyecek, tepsiye dizecek, servis yapacak? Çok zor. Tembelim ben, istemem uğraşmak. Armut piş, ağzıma da düş mümkünse. Mümkün değilse de eğer, öylece durayım en iyisi, aç bilaç gezeyim gerekirse ama elimi sıcak sudan soğuk suya değdirmeyeyim. Tembellik bile bir sanat aslında. Bir adabı var bu işin. Şimdi sorsalar bana sen dört dörtlük bir tembel misin pekiyi diye, ona bile yanıtım hayır olacaktır. Adam akıllı tembel olmayı dahi beceremem ben. İçim içimi yer, döver, paralar. Canım ister benim de örneğin takayım takıştırayım, oturdugum fakirhaneye kadın elim değsin de bir yuvaya dönsün. Yok beceremem. Dilek tutmayı da bilmem ben. Bu kadar palavracı iken, palavra sıkamam, bu kadar düşler aleminde gezerken, oturup düş kuramam.